21 Aralık 2011 Çarşamba


Sıkıntılıyım. Uzunca bir süredir sıkıntılı olduğumu farkedecek kadar rahat değildim hatta bloga geri dönme sebebim de bu sıkıntıdır belki. Önceden de sıkılırdım, bu eski bir huyummuş bak. Ama ben sıkıldığımı herkes gibi gösteremem; üzülüyorum derim, moralim bozuk derim, benimle buluşursunuz bir bakıyorsunuz ki neşe saçıyorum, her şeye gülüyorum, espiriler yapıyorum. Şimdi bir düşününce ya sıkıntım bahane ya da olduğum gibi gözükmüyorum ben.

Hiç sims karakteri gibi yaratılmış ve dünyaya gönderilmiş hissettiniz mi? En azından ömrünüzde bir kere olsun Truman showdaymışsınız hissine kapılmışsınızdır. Kendini özel sanan her insan bir kere düşünür bu tür şeyleri. Benim de öyle düşündüğümü sandınız ama ben bu kadar basit düşünmem, bir tarafım çok gerçekçi olsa da diğer yanım gnostiktir. Bazen bu bütün karmaşayı ben yarattım ve kendimi güneş sistemindeki en verimli gezegene fırlattım diye düşünürüm. Ne kadar özel hissettiğimi düşünün artık.

Sonra, etrafımdakilere bakıyorum içi kötülük, fesatlık ve nefret dolmuş insanlar var. Anlamaya çalışıyorum, hoş görü gösteriyorum, genellikle yazdıklarını okumadan geçmeyi tercih ediyorum. (Bazen kötülüğü savuşturabildiğim ve merakıma yenik düşmeyecek kadar iradeli olduğum için kendimle gurur duyuyorum bu yüzden.) Ama sonra afrikadaki aç ve ads kapmış çocuğun insanlıktan daha fazla nefret etmeye hakkı yok mu diyorum. Veya çok şiddetli bir kasırgada ailesini kaybetmiş bir asyalının senden daha fazla hayata böğürmeye hakkı yok mu diyorum?  Benden daha fazla sıkılmaya hakları yok mu bu insanların yahu? Anlatamam çok kızıyorum, her boku bildiğini sanıp insanlardan, hayattan nefret eden insanlar var, hem de ben tanıyorum onları. Ne kadar canımın sıkıldığı önemli değil o yüzden, çünkü ben yine beni hayata bağlayacak ufacık bir güzellik bulacağım ve şu an yaşıyor olduğum gerçeği, ve o güzelliği görüyor olduğum gerçeğiyle bir başıma kalacağım. Öyle aptalım ki sadece kedimin bir bakışı bile beni hayata döndürebiliyor, dinlediğim güzel bir müzikten bahsetmiyorum bile...

Konudan çok sapıp sosyal mesaj endişesi içine düştüm bir an. Ama bu tip insanlarla olan iletişimimi kesersem yemin ederim sıkıntımın ufak bir kısmı kaybolabilirmiş gibi hissediyorum :) Neyse ya, gerçek sıkıntının kaynağına döneyim. Sims karakteri olma mevzunda bahsettiğim gibi ben de dünyaya ablamın isteği doğrultusunda gelmişim. Bundan mıdır nedir, annemin, babamın hatta tanrının bile etmediği müdehaleyi ablamdan görüyorum. Onun istediği gibi yaşamaya zorlanıp durmadan bocalıyorum. O istediği için çizim kursuna gidiyorum, o istediği için grafik kursuna gidiyorum, o istediği için sevgilimden ayrıltılıyorum (evet, ben farkında olmadan ayırma işlemi yapılıyor)... sırf bu yüzden paralel evrenlerin varlığını somut bir şekilde kanıtlayıp ve onun benim hayatıma müdehale etmediği bir evrene geçmeyi düşünüyorum. O zamanlar ergen olsam da bana dayıtılan şeyden daha iyi bir amaç bulabilirdim ama benim yerime düşünüldüğü bir dünyada ben sadece bundan nasıl kurtulabilirim diye düşünmeye odaklandım. O yüzden de hep sorun çözmeye çalışan bir tip oldum.

Sorun: Babam annemi aldatıyor,
Çözüm: Babayla kavga et ve evden kov.
Sorun: Abla çizim kursuna git diyor,
Çözüm: bir süre git sonra istemeden rahatsızlan veya başka bahaneler sun.
Sorun: Yeğenin saçmalasın,
Çözüm: Kendinden nefret ettir ama ailesine yakınlaştır...

Son birkaç yıldır bana karışılmadı bir dünya yaratmak için çok çabaladım -ki hayatıma müdehale edilmediği benim için çok değerli o zamana geri döneyim ve gerçekten ne istediğimi şimdiki koşullarla bulabileyim diye. Ne zaman çok yapmak istediğim bir şey olsa belki ailem farkında değil ama hevesimi kırıp beni hayatta amaçsızca süzülmeye itiyorlar. Bahse girerim havada neredeyse insan gözüyle görülmeyen zerreciklerin ben olduğumu farketmemişsinizdir bile. Ne kadar hevesim kırılsa da pes etmedim. Pes edemem ve bu sefer istediğim şeyi gerçekleştirmek, amacıma giden yolu açmak istiyorum. O kadar çok istiyorum ki bunun için annemi bir süre bile olsa arkamda bırakabilecekmiş gibi geliyor. Çünkü bir yerden fedakarlık etmek zorundayım. Ve neden insanlar sevdiğim dediği insanlara köstek olmaya, yoluna bir şeyler tıkmaya çalışıyorlar ki? Oysa ablam da dahil tek yapılması gereken bir ayakkabıcı olmak istiyorsam bile dükkanı kiralayıp, gerekirse boyalarımı almak olmalı. Sonuçta ben istediğimi yapıyor olucam ve bu bana bilim adamı olmuşcasına bir haz verecek.

Yine hayallerim, yine umutlarım var, küllerimden bir kere daha doğmuş cap canlı hissederken, önüme çıkan ufak çakıl taşları suratıma çarpmaya başladı ve acıtıyorlar. Ama bu sefer bir kere daha düşersem yeni umutlar besleyecek gücüm yok, çünkü bu seferki hayallerim için büyük umutlar ektim. Fedakarlıklar için kendimi zihnen hazırlıyorum. Ama ablam beni bu dünyaya varolayım diye getirdiği sorumlulukla hatta bana baktığı için yine hevesimi kırmaya niyetli farkındayım. Eskiden çok istediğim şeylerle önümde duruyor ve bu o kadar yıpratıcı ki, bir düşmanım bile canımı bu kadar sıkamaz. Her ne kadar affetmeyecek olsam da ablamı sevdiğim gerçeğini değiştirmiyor bunlar. Sevdiğim için de 25 yaşına geldim hala bunlara katlanıyorum. Ama bu sefer bırakın da havadaki zerrecikten bir kuşa evrimleşeyim.

Sırf bunlara sıkılıyorum diye hastalanamıyorum, 1 haftadır uyku düzenim o kadar boktan ki kabuslar görüp duruyorum, hiç huyum değildir ama ağzımda sakızla uykuya dalıyorum, yemek yediğim de pek söylenemez, pek yıkanasım yok en son yıkandığımda da dalinle saçlarımı yıkadım (1 metreden uzun saçları dalinle temizleyebilecekmişim gibi) Hayallerimi bile askıya aldım yalan olmasınlar diye. Neyse tamam bu kadar.

17 Aralık 2011 Cumartesi

Sevdiğim Anime Açılış/Kapanış Parçaları I

En sevdiğim pop/rock (bayan vokal) anime jeneriklerinin bir listesini yapmak istiyordum ne zamandır. Şu anime ne illet bir şeydir bana j-rock, j-pop'u sevdirdi yahu. Tüm sebebi de izlediğiniz her bölümün başında sonunda çıkıp bir saatten sonra alışkanlık yaratıp beyinlerimizi yıkaması. Dilini sevmesem ve diğer türlere açık olmasam zerre hoşlanmazdım bu müziklerden. O yüzden, "çok okuyan mı bilir, yoksa gezen mi?" sorusuna "kesinlikle açık fikirli olan." diye yanıt veririm (gerçi hala tartışılıyor mudur bu mevzu bilmem).

- Cencoroll adında anime movie vardı onun kapanış parçasıydı bu, ilk o zaman supercell sevmeye başlamıştım.


- Panty & Stockin with Garterbelt'in kapanış parçasını da ilk duyduğumda kendimden geçmiştim. Vokalin sesinin 80ler ve 90ların madonnasını anımsatması  çok hoşuma gitmişti. Azıcık da sevdiğim bir indie grubunun tarzına benzetiyordum.


- The Tatami Galaxy'nin kapanış parçası da en sevdiklerimden biri, oysa animeyi izlemedim bile henüz ama çok sevdiğim bir arkadaşımla animeyi türkçeye kazandırmayı planlıyoruz.


- Kara no Kyoukai filmlerinin bütün kapanışlarını bir ayrı seviyorum, sebebi kesinlikle Kalafina değil, tek sebebi Yuki Kajiura'dır. İnanılmaz bir sanatçı, muhteşem bir besteci öyle ki besteleri bu dünyadan değil gibi. Özellikle en sevdiğim kapanışı Sprinter;


- Hepimizin hastası olduğu bir seri Fullmetal A. Brotherhood (hatta kaç gündür neden böyle animeler çıkmıyor diye hüzünleniyoruz) bilmem kaçıncı kapanışı açılışı ama SCANDAL grubunun en sevdiğim parçalarından biri;


- Soul Eater'ın en sevdiğim açılışı. (Zaten Tommy Heavenly6 hangi şarkısını koyacağımı bilemedim.)


- İşte yine süper ötesi bir daha eşi benzeri çıkmayan animelerden biri, Darker than Black ve ikinci sezonun açılış parçası;


- Off off biraz eskilere gittim ve yine şahsına münhasır bir sese sahip vokali olan Jinn grubunun Blood+ için yaptığı jenerik geldi aklıma.


- Trinity Blood'ın kapanış parçası Broken Wings tabii ki. Çok duygusal, çok güzel bir parçaydı. Açılış parçasından bahsetmiyorum bile, bu animenin soundtrackleri belli ki özenerek yapılmış (seçilmiş)


- Geçen senenin en sevdiğim animelerinden biri olan Zakuro'nun seiyuular tarafından söylenen birbirinden güzel 3 kapanış parçası vardı, içlerinden birine hasta olmuştum. O kadar dinledim ki iki ayrı vokalin de söylediği kısımları ezberleyivermişim :)


-Shounenlere giremedim bile- o kadar sevdiğim açılış kapanışlar var ki hepsini yazmak mümkün değil. Ve bu animelere saygı duymamın en büyük sepeblerinden biri de bu güzel parçalar için ciddi anlamda bir emek veriliyor oluşu. Severek dinliyor, severek izliyoruz hehe.

15 Aralık 2011 Perşembe

Life as a House



İlk kez annemin evde olmadığı bir yaz evde yalnız olduğumda denk gelmiştim. O an film izleyecek havada değildim ama filmde Hayden'ı görünce kanalı çeviremedim. Çok sade bir aile filmi havası veriyor, gerek afişi olsun gerek filmin tek bir kasabada geçiyor oluşu. Ama çocukluğundan ergenliğine kadar ailesi arasında ordan oraya sürüklenmiş olan bir çocuğun psikolojisini ancak yaşayanlar bilir. Bir çocuğu uyuşturucuya ve metal müziğe kısaca asiliğe iten gerçek sebepleri belki bu film çok yalın bir üslupla ortaya seriyor.

Biraz gerçekçi olayım, hayat bir evden çok ev inşa etmekten ileri gidemiyor kimileri için. Evin olsa da onu "ev" yapacak nitelikler içinde olmuyor. İşte bu filmi izlediğim zaman anladım ki babam veya annemle geçirebildiğim her an her dakika ev gibi hissettirebilir. İsterse o evin çatısı olmasın, isterse hiç ısınmasın... Çünkü sıcaklığı babanızın ağzından çıkan hayata dair güzel tavsiyler verebilir. Ya da babanızın öldükten sonra çocuklarınıza anlatabileceğiniz güzel sözleri olabilir. O an babanız bilmez ama, evi ev yapan anne ve babalarımızın samimi ve bizleri hayretler içinde bırakacak davranışlarıdır. O zaman inandım ki, bir anne baba çocuğunun gözünde süper güçleri olan yetişkinler gibi gözükmek zorunda. İşte bu filmde Kevin Line öyle bir babayı canlandırıyor. Parası yok, işi yok, evi yok ama benim babamda hiçbir zaman olmayan o özel güçler var. İşte o yaz ilk defa babam böyle bir insan olmadığı için ağladım. Beni olduğum gibi kabul edip, çocuklarıma dünyanın en iyi öğütlerini miras bırakacak bir babam yok. Bana içinde sıcaklığı ve samimiyeti olmayan bir ev bırakacak belki... Ne yazık ki ben bunu düşünmeden edemiyorum, çünkü yaşadığım sürece beni en çok doyuran şey, başarısız olduğum ve çok üzgün olduğum bir an beni avutacak iki sözcük.

Bu film hayatımda birçok şeyi daha iyi anlayıp, tasvir etmemi sağladı. Yoksa ben bu tür şeyleri içine atan, dışardan "vaay ne kadar güçlü!" gibi gözükmek isteyen bir insandım. 50 yıl geçse bile aileme daha doğrusu evime olanları unutamam. Parçalanmış bir ailenin çocuğu her zaman içinde buruktur. Bir anlığına da olsa izlediği filmlerdeki babalar gibi babaları olduklarını hayal etmeden duramazlar. Babanız hasta hatta ölüm döşeğinde bile olsa özel güçlerinden taviz vermemeli, bence bu filmde bu anlatılıyor. Çok yazık, gerçek hayatta ben babamın nerede oturduğunu bile bilmiyorum, hasta olduğunda "sen yanımda olamadın ama ben şimdi buradayım" diye sitem edebileyim. Life as a house düşüncelerimin dışarı sızmasını ve bir bakıma rahatlamamı sağladı. O yüzden olsa gerek ki en sevdiğim film olarak yeri hiç sarsılmadı. Belki şimdi evimi nasıl kuracağımı daha iyi biliyorumdur, bilmiyorum...

14 Aralık 2011 Çarşamba

Geri Dönüş Maceraları 1


Birkaç yıl önce gerçek dünyamıza şu şekilde yol almıştık;

Bazen aylarca yazmasam da bloguma geri dönüyorum. Yüzsüzüm biraz. Yazamadığım dönem içersinde neler yaptım, neler olup bitti kimseyi ilgilendirceğini sanmıyorum gibi klişe laflar etmeden lafa girsem keşke ama gel gör ki olmuyor anacım.

Son birkaç aydır blog yazmanın büyük bir lüks olduğunu farkettim. Ve benim bu tür lükslere ayıracak vaktim yok maalesef. Ne yani çok mu çalışıyorsun? Geceleri taksicilik mi yapıyorsun? diye sorular gelebilir. Çalışan insanların benden daha fazla zamanı olduğunu düşünmeye başladım artık. Ben kendi kendine sorumluluk alan tiplerdenim o yüzden bir anda birçok şeye yetişmek, herkese yardım etmek için çabaladım, bu arada kendimle de ilgilenmeyi ihmal etmedim.

Geçtiğimiz 6 ay içinde yaptığım en iyi şey cildiyeye gitmek oldu. Cildim bozuk değil ama hassas ve beyaz tenliyim. Liseden beri düzenli cilt bakımı yapsam da beni çileden çıkarmaya devam etti akneler. Bir anda 5-6 tane çıksa çok sırıtmaz ama her seferinde tek tük çıkınca o bembeyaz suratta japonya bayrağı gibi duruyor sivilceniz. Neyse, cilt bakımı yalanmış meğer yılladır geçmeyen ergenlik sivilceleriniz varsa en iyi çözüm doktorunuzun verdiği içten kesici kesin çözümler. Benim tek tük olduğu için 3 aylık bir tedaviyle kökten kurtuldum (öyle umuyorum) İlk gittiğimde umutsuzdum, hatta doktora şöyle dedim "cildim bebek gibi olsun neyse parası vericem" ahaha yok canım görgüsüz değilim o kadar. Bir gün migrenim için gidip "kafamı alın parası neyse veririm" diyeceğim ama.

Beni yakınen tanıyan arkadaşlarımın 2-3 çeviri grubum olduğunu bilir. Yani aradan uzun zaman geçse de anime/manga rutine bindiği için ondan bahsetme gereği bile duymuyorum. Yalnız bu Paragraf bariz bir şekilde reklam yazısıdır. Benim kendi grubum Kickapoo Fansub haricinde baya aktif olduğum diğer grubum ise Heterophobia Fansub. Eminim Yaoi/Yuri sevenlerin yakından takiptiği ve bildiği bir gruptur. Başka işleri, birçok sıkıntıları olsa da görevlerini yerine getiren olgun arkadaşlardan oluşuyor grubumuz. Evet, ikinci grubumla da kendi grubumla da bir ayrı gurur duyuyorum. Elimden geldiğince de AMT'ye katkıda bulunmaya çalışıyorum. Bunca zamandır bloguma yetişememe sebeplerimden biri de anime/manga dünyasına duyduğum sevgi sanırım.

Bu sene sağlık problemleri başımızdan eksik olmadı ne yazık ki, fazla detaya girip üzücü şeylerden bahsetmeden yeni eklentimden bahsedeyim en iyisi. 1 ay oldu olacak küçücük bir arpacık tarafından ele geçirildim. Yıllardır gözümde arpacık çıkar ve anında da sönerdi, bu sefer kalmaya gelmiş arkadaş. Ve meğer birçok kişinin başına arpacığın kistleşmesi durumu gelirmiş. Sonundaki -cık eki kandırmasın hiç de hoş gelmedi bu meret. Kistin bir gün büyüyüp ameliyatla gözümden alınacağı gerçeği 'tecavüze uğruyormuşum gibi' hissettiriyor (Phoebe benzetmeleri) 3 hafta 2,5 gözlerle beni lenssiz dolaştırdı en sonunda gözlük aldırttı şerefsiz. Ahh bak, artık gözlüklü olduğum gerçeği de süprizdi hatta onu başka bir pragrafta yazacaktım ağzımdan kaçıverdi.


Bu paragrafta evrenle bir olup, zihninizi boşaltın, derin derin nefes alın... tüm okuduklarınızı unutun, evet. Aaa! Gözlüklüyüm ya ben, bilmiyorsun tabi Blogcum, 12 yıl sonra ben gözlük kullanmaya başladım. Şimdi daha çok migrenim tutuyor hem de daha fazla çirkinleştiriyor beni, ne güzel değil mi? Olmadı di mi şaşırmadınız. Neyse şu an gözünde bir problem olmayıp da lens kullanmayan stereotypelar varsa sesime kulak versinler ve lens'e geçsinler. Bu lens takamama olayım da benim için içler acısı bir mevzudur mektup yazmışlığım bile var kendisine.

Daha kaç pragrafa B harfiyle başlayabilirim bilmiyorum. Ama bu seferki D, çünkü birkaç aydır Drama izliyorum ve sorumlusu Baka ve Kimbap'tan başkası değil :P İzlediğim dramaların ortak yönlerinin küçük erkek-büyük kadın olması da düşündürtüyor beni. Daha önce kendimden küçük biriyle çıkmışlığım var ama dramalardakiyle ölçüşemez benimki. Normalde öyle bir fantazim de yok ama zehirlenmiş olabilirim, bilmiyorum.

Bu arada hala deli gibi Naruto-Claymore-One Piece... okuyorum, blogumda kritikleşemediğim için Soulforged'ın kafasını s.kiyorum. S.kiyorum deyince skyrim geldi aklıma, indirdim ama hala kurup oynamaya başlayamadım bak. (Bir gün buralarda Skyrim postları göreceksiniz nihohoho)

Bloga dönüş maceramız aslında eskisi gibi izleyip, anime mangalar hakkında yorumlar yapıp, eğlenemediğimizi farketmemizle başladı. Nasıl olsa bu dandik blog sayesinde bir sürü iyi-kötü arkadaş edindim. Ne kadar imla hataları yapsak da yazıyor, eğleniyoruz, biribirimizin yazılarında daha önce farketmediğimiz ayrıntıları yakalıyoruz. Kimi başka bir şehirde, başka bir ülkede, kiminin canı sıkkın, kimi evli ve çocuklu... ama aynı blog yazısını okurken buluyoruz kendimizi o zaman herkes statüsüne ve sıfatına bakmaksızın insan olup çıkıyor ve ben hiçbir sınıflandırmaya girmediğinde tüm insanları çok seviyorum.

Yani, yavaş yavaş bloga geri dönmemizin hikayesi önceden yarattığımız o tatlı sinerjiyi yeniden yakalayabilmek. Kiminin sevmediği anime, manga, drama, kısaca uzakdoğu kimilerini yakınlaştırıp sosyalleşmesine ve sıcak dostluklara neden olabiliyor. Kaldı ki -kendi blogum için söylüyorum- ben bir bayanım ve burada bayanlara yönelik moda, makyaj, cinsel hayattan tutun her şeyden bahsedecek kadar rahat buluyorum kendimi. Hem artık gözlüklü olduğum için + 10 intelligent point kazandırmış olabilir bana.

Uzun zamandır yok olup bu kadar az şey yazcağımı düşünmediniz herhalde. Geri Dönüş Maceraları 2. bölümde görüşmek üzere. (National Geo. başlığımı beğendiysen özelden ulaş bana)

Sizleri güzel mi güzel Fleet Foxes parçasıyla ve animasyonuyla başbaşa bırakayım;



16 Mart 2011 Çarşamba

Japonya'ya Yardım etmek isteyen?


Bugün hangi ülkeye ne kadar yardım yaptınız bilmiyorum ama Japonya diğer ülkere nazaran zor durumda olduğumuz zaman elinden gelenin en iyisini yaptı. Onlar gibi Deprem ülkesi olduğumuzu unutmuşsak veya başımıza gelmeyecek sanıyorsak önce objektif olarak şunu düşünelim; 9 büyüklüğünde bir Deprem + Tsunami + Nükleer reaktörlerde patlama, hepsinin üstüste gerçekleşme olasılığı binde bir ihtimal ve mühendisler tarafından öngörülen en kötü felaket senaryosuydu ama gerçekleşti. Kısaca henüz acıyı uzaktan seyrederken başımıza gelmeden anlayamayız zihniyetinden bir sıyrılıp empati algılarımızı en üst seviyeye getirelim. Mümkünse duyarlılık ve insanlık gibi hassas duygularımızı açalım ve Japonya'ya yardım edelim. Uzaktan seyrederek üzülmek bile daha fazla vaktinizi alır ama yardım etmek bir tıkla gerçekleşecek kadar basit ve kısa, yeter ki içinizde biraz duyarlılık olsun.

Bugün Fukuşima tesislerindeki Japonya için kendilerini feda eden 50 teknisyenin ailesine yardım etmek için, annesiz babasız kalmış küçük çocuklar için, evini ve hayat boyu birikimlerini birkaç saatte yitirmiş insanlar için, tüm ailesini kaybedenler için bağış yapmaya ÜŞENME sevgili okuyucu.

15 Mart 2011 Salı


3 gün önce gerçekleşen Japonya depremi ve ardından gelen Tsunami üzerine bir de nükleer santral patlamaları, şimdi ise çarşamba gerçekleşme olasılığı %70 olan 7 üstü artçı depremlerin işlerin çığrından çıktığının resmidir sanırım. Özellikle Nükleer patlamaları durdurmaya çalışan ve soğutma sistemini kontrol altına almaya çalışan japon vatandaşların ölümü gözden çıkarmış olmaları beni öyle çok etkiledi ki, durmadan gözlerim doluyor, içlerinde benim babam, abim olabilirmiş gibi ağlarken buluyorum kendimi. Elimden bir şey gelmemesi o kadar içime oturdu ki uyuyamıyorum bile. Keşke elimden gelse de nükleer sızıntı mızıntı dinlemeden ben de en azından bir can kurtarıp şu içimdeki hiçbir şey yapamama ızdırabına son verebilseydim. Çok bencilce oldu belki ama ben burada %50 7'nin üzerinde deprem tehlikesiyle fosur fosur uyuyup danalar gibi de yayarken orada insanlar çekilen tsunami'nin bıraktığı dehşetle, sevdiklerine ulaşma çabasındalar. Belki uyumadığım için bu kadar depresifim, ama ben bu insanları seviyorum. Seviyorum çünkü kimseye zararı olmayan daima uyumlu ve çalışkan insanlar oldular, onlar gibi deprem ülkesi olmamız ve bizim de sürekli canı burnunda bir millet olmamız yakınlaştırdı bizi belki.

Bir elin parmaklarını geçmeyen bir sayıyla ülkemizden giden kurtarma ekiplerini kızdırmak gibi olmasın ama 3 kişilik bir grupla ne kadar yardımda bulunabilirsin ki? Veli toplantısı mı bu? Bugün fb'den bulduğu eski sınıf arkadaşlarıyla buluşan 20'şerli gruplar var. Nasıl olur da koskocaman Türkiye'den, Japonya'yı en iyi anlayacak ülkeden 3'erli 5'li gruplar gidebilir ya? Umarım bilmediğim, okumadığım şeyler vardır, iç kısmını bilmeden atıp tutuyorumdur şu an. Çünkü bayağı araştırdım gönüllülerin oluşturduğu bir grup var mı diye ama bulamadım.

Ülkemin gerizekalı vatandaşlarının oluşturduğu bazı sosyal platform ve sözlüklerde okuduğum onca yazı da bir gün başımıza gelirse ders alıp alamayacağımızı öngöstermiş oldu bana. Zaten ders almış olsak şimdiye kadar, Koskocaman Deprem ülkesinde 1. kattan kendini camdan atan bir vatandaşımız olmazdı. Japonya olsam şu an yaşadığım Türkiye'ye yardım eli uzatmayı bırak zeytin dalı bile uzatmam. Gerçekten cahiliz, gerçekten acizis ve çenemiz çok boş laf yapıyor.

Sadece bir avuç sevgi ve boş lafla kaybettiği yaşamlar ve gözden çıkarılmış yaşamlar için sabır diliyorum sevgili Japonlara. İzlediğim her güzel anime sonrası "iyi ki varsanız" diyordum umarım varolmaya devam ederler. Bugün ne yapabilirim bilmiyorum ama mutlaka bir şeyler yapmak istiyorum.

11 Şubat 2011 Cuma

Naruto Shippuden 197-198

Ne zamandır suskunluğumu bozmak için Naruto'nun iki güzel bölüm birden arclara girmesi güzel bir neden oldu (tabii işlerimden de kaytarmam için ayrı bir sebep). Ben mi sevgimi abartıyorum bu animeye karşı yoksa siz izleyeciler de benim kadar seviyor musunuz? Elbetteki evde ninja kıyafetleri giyip oradan oraya sıçramıyorum, ayıptır söylemesi 24 yaşında orta yaşlı bir bayanım artık. Ama yaşım, başım, tarzım beni anime izlemeden hatta Naruto gibi popüler bir animeyi izlemekten alıkoyamaz. O yüzden bunları yazarken utanmadığımı ya da anime izlerken "RASENGAN!" diye bağırmadığımı belirtmek istedim.

Uzatmadan konuya gireyim; Danzo'nun anında 6. hokege olması, Sasuke ve saz arkadaşlarının hedefi değiştirmeleri zerre umrumda değildi. Aynı anda mangasını takip etmenin yan etkileri bunlar tabii ki. Yoksa ben de şoke olmuştum. Pain felaketi üzerine bir de Sasuke'nin tuz biber olacağını düşünüyordum okurken, içimi biraz rahatllamıştı (bazen Sasuke bile işe yarayabiliyor).


Asıl uzun zamandır izlediğim en güzel bölüm 198. bölümdü. Tabii, esas duygular o zaman kabardı. Naruto Hidden cloud'dan gelen şinobilere Sasuke yerine kum torbası olması kalbimdeki Sasuke nefretini bir kere daha ateşledi. Pain ve Babasının bu nefret çemberinin son bulabilmesi için Naruto'ya duydukları inanç, Naruto'nun şimdilik bulduğu en iyi çözümlerden biri Sasuke yerine Killer bee'nin öğrencilerinin acısını kendisinden çıkarılmasıydı. Bana göre doğru bir davranış mıydı? değildi tabii ki. Çünkü hepimiz küçükken hata yaptık, hatalarımızdan dolayı bize kızılmasın diye annemizi bir kalkan olarak kullandık, bize kızılması gerekirken bazen annelerimize kızdı babalarımız. Çok saçma bir benzetme olabilir bu, ama Naruto 13 yaşından beri taşıdığı şu lanet olası Sakura'ya verdiği söz yüzünden ve "arkadaşımı geri getirmeyi bile başaramıyorsam, nasıl hokage olmayı hakkederim" tavrı yüzünden bütün bu çileleri çekmeye devam ediyor. Evet hepsi bir sözle başladı. Sevdiği kıza, aşık olduğu erkeği geri getirebilmek için. Ve sözde küçük yaşta kendi gibi biriyle ilk defa karşılaşan Naruto'nun Sasuke'yle kurduğu bağ yüzünden. Oysa ikinci dövüştüklerinde Sasuke Naruto'ya kimseye denmeyecek kadar acı cümleler sarfetmişti "senle ben aynı değiliz, sen başından beri yalnızsın, beni anlayamazsın" tarzı bir şeydi. Neyse geçmiş geçmişte kalmıştır. Şimdiki Naruto'nun tutumu ise salaklık derecesinde bir iyi niyetliliktir. Arkadaşlıkmış pehh, ben arkadaşıma bir kere salak desem ertesi gün kuyumu kazar, üstüme benzin döker yakar beni. Yok böyle bir bağ böyle bir arkadaşlık, belki o yüzden yadırgıyorum Naruto'nun bu davranışlarını. Uzun lafın kısası Naruto dayak yerken ben yiyormuşum sanki Naruto'nun bütün acısını ben taşıyormuşum gibi ağladım. Sanırım ben de bir tür Sai'yim :) (ama Kakaşi gelip bana bunu güzelce anlatmadı :P)

Naruto'nun Reikage ile görüşmek istemesini Kakaşi'nin anlayışla karşılaması ve Yamato'yla eskortlu edecek olması artık Kakaşi'nin de Naruto'yu ne kadar ciddiye aldığının kanıtıdır. Çünkü Naruto Pain'le olan dövüşünde +2 olgunlaştı +1 kalbini dinginleştirmeyi öğrendi +10 güçlendi (Madara'nın işine çomak sokacak kadar hem de).

Geçen seneki bir yazımda da belirttiğim gibi "O yazı" Mangada tam da bu sahnede perişan halde bir insanın içten gülümsemesinin hayatıma nasıl ışık saçtığını belirtmiştim. Evet, gerçekten de hala daha düşüncelerim değişmedi, bir sürü anime izledim üstüne bir sürü sahne sevdim, güldüm, üzüldüm ama hiçbiri Naruto'nun bu gülümseyişi gibi içimi ısıtmadı. Ben de Kakaşi gibi "süper" çekmek isterdim ama onun yerine mutluluktan ağladım :D. Kısaca ben bu filler'ı yüzünden hırpalanan animeyi, baş karakterini itici ve fazla gaz bulanlar'ın aksine seviyorum, çünkü çok fazla anlamlı datte bayo!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...