22 Ocak 2012 Pazar

Ne Güzeldi be 90lar...



Dün gündüz saatlerinde twitterda başlatılan "90lar bence" hashtagi meğer kingo disco 90lar gecesine hazırlıkmış, ben akşam program yayınlandığı zaman çaktım. 87'nin başlarında doğmuş biri olarak 90lar benim altın çağlarım diyebilirim. Sabah akşam televizyon izler ve izlediğim şeyleri bir yerden sonra ezberlerdim. Sabahları susam sokağı, çizgi film izler, akşam üzeri Dallas'tan önce ya da sonra (hatırlamıyorum) He-man, She-ra falan verirlerdi ve ben Dallas'tan nefret ederdim. Eğer varsa akşamları film izlerdik, geceleri de Tutti Frutti. Ama hiçbir zaman baştan sona izlemişliğim olmamıştır zira sonu gelmeden ya sızardım ya da zorla yatırılırdım. Yine de çin çin dansına bayılırdım, kuzenimle ne zaman bir araya gelsek dansını yapardık, sonra da kavgaya tutuşur saçbaş birbirimize dalardık (hiç değişmez).


Şimdi tutti frutti deyince cidden 90ların başından bahsetmiş oluyoruz ve bu böyle (oturmamış rtük kanunları sebebiyle) 90ların sonuna kadar uzanan ve medyada rtük, sansür denen şeyin etkisini hissetmediğimiz dönemlerdi. Yani Televizyonun da altınçağları, özgür olduğumuz zamanlar, izleyeceğimiz şeyi kendimiz seçtiğimiz zamanlardı. O yüzden bence 90lar özgürlük demekti. O zamanki filmler diziler bile ayrı bir doğal ayrı bir güzeldir. Şimdi aradan birkaç yıl geçince 2000ler için  "Muhafazakar"laştığımız yıllar diyebilirim sadece. Ne müziği güzeldi ne dizileri ne de filmleri, zaten 2005'ten sonrasına acayip yabancıyım, ne olup bitiyor haberim yok. Televizyon izlemeyi bile tamamen bıraktırmış bana.

Cidden, neden muhafazakarlaştık biz? Neden bunun olmasına izin verdik?


90lar demişken sevdiğim ve unutamadığım şeylerden de bahsetmek istiyorum. Mesela Nils ve uçan kaz, Nils'e çok kızardım ki küçüldüğü zaman hayvanlar tarafından hor görüldüğünde de hayvanlara kızmıştım. Sanırım o çizgifilm kafamdaki doğruluk değerlerine ters geldiği için çok kompleks bir çizgifilm gibi aklımda kalmış. Sonra benim video kasetlerim vardı, Dumbo, Alice harikalar diyarında hatta birkaç bölümü vardı ve en sevdiğim bölümü kayıptı, hiç unutmam. Ayı Yogi ve Bobo ve birkaç hatırlamadığım çizgi film daha... sabah çizgi film saati geçtiyse bunları açar izlerdim, tekrar tekrar hem de. Benim yaşımda hiç arkadaşım olmadığı için yaşı yakın olanlar da erkek olunca kendimi barbielere verdiğimi ve ilkokul 3-4'e kadar onlardan alamadığımı hatırlıyorum. Bir de bir elektirkli süpürgemiz vardı hiç unutmam onu, kırmızı R2 diyebiliriz kendisine :D o ve onun hortumu bir de tekerlekli sandalye bana çok modern aletlermiş gibi gelirdi, ben bunlardan bir gün çok yararlı bir şey icat edebilceğimi düşünürdüm. Canım sıkıldıkça ya icat yapar ya da evdeki orgla bir şeyler çaldığımı sanırdım zaten. Bir de ablam bir gün bana kalem ve resim defteri almıştı ve birkaç harf öğretmişti, bütün gün onları tekrarlayıp durmuştum. Resimli hayvanlar atlasım da efsaneydi, içindeki her şey bana hayalürünü gibi gelirdi meğer gerçekmiş yav. Bunlar hatırlamadığım küçüklüğümle ilgili her şey sanırım.


Birkaç kanalın jeneriğini hiç unutamayız. Mesela Parliament Sinema Kulübü (hatırlattığı için Vudu'ya teşekkür ederim) Bir de demin aklıma geldi Show tv'nin jeneriği dup dubi dug dug hallahımm o sesleri duyduğumda tüylerim diken diken olurdu, şu an çocukluğuma geri döndüm sanki, o yıllardayız şimdi ne çıkacak ne izleyeceğiz telaşı ya da beklediğimiz filmin heyecanı... Özellikle Parliament sineması en büyük efsanemiz olsa gerek. Batman serilerini, Hayalet avcılarını, Geleceğe Dönüş'ü, E.T'yi ve dahasını ilk orada izlemişizdir. İlk Batman izlediğimi hayatta unutamam, film bittikten sonra bir şeyden pelerin yapar, koltuktan koltuğa atlar, Batman olduğumu düşünürdüm. İnanılmaz heyecanlıydı pazar gecelerimiz çünkü evdeki herkes bir araya toplaşırdı ve pür dikkat izlenirdi. 



Bir de HBBTV vardı hatırlar mısınız bilmem, Kanal 6 vardı ve Hugo oynamaya çalışan çocukları izlerdik bu kanalda. Sanırım Kanal 6 anime de yayınlıyordu. Hey gidi 90lar hey...

90ların kötü modasına rağmen her şey az ve öz olduğu için güzeldi. (2000lerin başında 80lerin modasına sövüyorduk ama...) En önemlisi de Büyük anneannem yaşadığı ve her gününü benimle geçirdiği için anlamlıydı. Şimdi 11 gün kalmış 25 yaşıma giricem, peeh.

Bu da 90-91 yıllarındaki ben.

16 Ocak 2012 Pazartesi

50/50


Şu an ilk defa baya popüler bir film hakkında yazıp klişe bir insan olma yolunda emin adımlar atacağım. Bir yandan da salona gidip discovery izlemek geliyor içimden ama kahretsin sadece birini yapabilirim. ("Kahretsin" kelimesi size de çok amerikanvari gelmedi mi ya? allalla, ben görmeyeli bu kelime de dejenereleşmiş...)


Bu filmin bluray yayınlanmasını bekliyordum ve bluray çıkar çıkmaz da indirip en yakın zamanda izlenilecek filmler arasında en tepeye bir yere yazmıştım. Malum dün gece Golden Globe vardı, orada birkaç dalda adaydı bu film. Hemen anneme, yarın izleyelim bu filmi indirmiştim zaten dedim. Çok çaktırmasam da Joseph Gordon-Levitt'e bayılırım, birçoğumuzun Pineapple Express'le tanıdığı Seth Rogen da olunca bu filmin gözümdeki değeri daha da yükseldi. Bir de filmi kendim keşfettiğim için olsa gerek sıfır önyargıyla başladım, çünkü şimdiye kadar kendim keşfettiğim filmler hakkında yanılgıya düştüğüm ve pişman olduğum hiç olmadı. Ama biri tavsiye etmiş olsaydı eminim bir önyargı oluşacaktı ve ben bu filmi izlemeyi uzattıkça uzatacaktım, aynı şu an bir türlü nasıl bir film olduğuna geçemeyip lafı uzattıkça uzattığım gibi.

Filmde Joseph Gordon-Levitt kanser hastası 27 yaşında bir genci canlandırıyor, Seth Rogen da eşşoğlu eşek arkadaşlarınız olur ya, hani aklı karı kızda ve uyuşturucudadır ama sizi de arada bir düşünür, başınız sıkıştığında gelir, eğlendirmeye çalışır aynen öyle birini canlandırıyor işte (benim birkaç o tip arkadaşım olmuştur o yüzden tanıdık geldi çok) Filmde en çok bu ikili arasındaki muhabbetlere tav alıyorsunuz zaten. Nasıl olsa abartacak kadar komik bir mevzu yok ortada, sonuçta esas adam kanser ve yaşama tutunmaya çalışıyor.


Film anlatmak hoşuma gitmediği için, giriş-gelişme-sonuç şeklinde bir spoiler topu yaratmak istemiyorum. Tek söyleyebileceğim; bu film güzel, içinde klişeler de barındırıyor, içinde tipik amerikan espirileri de var ama bu film yalın bir şekilde güzel. Bana aksiyon sahnesi olmadığı halde ameliyattaki bir insanın suratının muazzam bir savaş sahnesine benzediğini gösterdi. Savaşı eline silah alan insanların birbirini öldürmesi olduğunu düşünmemeliyiz belki de. İşte bu film, kanser hastası bir insanın arkadaşı, sevgilisi ve ailesi ile olan iletişim problemlerini konu alıyor.


Filmi izlenebilir kılan en önemli ayrıntılar ise;
Emekli bir yarış köpeğine zayıf ve yaşlı gibi olduğu için alıp beslemeleri ve ona iskeletor adını vermeleri ( genelde iskeletoru sıfat olarak kullanırlar çünkü )
Adam'ın 70-80 yaşlarındaki kemoterapi arkadaşlarıyla otlu kurabiye yemesi ve  filmin sonuna kadar tıbbi marihuana tüttürmeleri.
Esas kızın abartılacak derece güzel bir oyuncudan seçilmemiş olması ve iğrenç sevişme sahnelerine maruz kalmamış olmamız.
Adam'ın babasının tarif edilemez tatlılığı ve babasına karşı olan sevgisi.
Kyle'ın -aynı benim gibi- üzücü ve korkutucu şeylere verdiği "kusucam, midem bulanıyor" tepkisi.
Filmi izlenebilecek kılan en önemli ayrıntı ise; filmin sonunda Yellow Ledbetter çalıp bir kez daha kullaklarımızın Eddie Vedder'la bayram etmesi. İşte bu, bir filmi izlemeye yeter ve artar bile :)



Not: Bir ara da Another Earth hakkında yazmak istiyorum, aslında gönül ilk onun kritiğini yapmak isterdi  çünkü yeri benim için gerçekten farklı. Son zamanlarda birbirinden güzel filmler izleyip sevdiğim insanlarla paylaşmak çok hoşuma gidiyor ama bazen blog yazacak havamda olmuyorum.


Müşteri Her Zaman Haklı Mıdır?


Dün arkadaşımla her zamanki gibi alışverişe gittiğim Toriumdaki Pull and Bear mağazasında şöyle bir olay yaşadım;
İkimizin de iade işlemi vardı, kasada ise daha o gün kasaya geçmiş yeni bir çocuk vardı. Kasaya yeni geçtiğini de, bugün bu 2. iade işlemi olduğunu ve bunda acemi olduğunu söylediğinde anladık. Telefonla yardım alarak önce arkadaşımın değişim işleminden başladı. Arkamızda o sırada bir adam daha bekliyordu. İade işlemi sırası bana gelene kadar arkada üç müşteri olmuştu. Sıranın sonunda bekleyen kadın kızıyla birlikte alışveriş yapmış, 2 dakika bekledikten sonra söylenmeye başladı. Önce; bekleyemem ben, almayalım bırak gidelim diye söylendi, ardından neden koskocaman mağazada tek kasanın açık olduğuna sinirlendi, sonra neden işlemlerin bu kadar yavaş olduğuna kızmaya başladı, onun önünde bekleyen adam da kadını destekler laflar edince, kadın kendinde güç bulmaya başladı ve gittikçe daha çok söylendi. İkimizin işlemleri kadın yüzünden 10 dakika sürdü, neden kadın yüzünden? Çünkü belli bir konuda acemi olan bir insanın üstüne gider ve uzaktan onu irrite edecek şekilde davranırsan o kişinin performansını düşürür ve moralini de altüst edersin. Çocuk kadına karışılık vermese de bütün o uyuz söylentilerine maruz kaldı ve bu da doğal olarak işine yansıdı. İşlem bittikten sonra kadının yanından geçerken aynen şöyle dedim "Neden biraz anlayışlı olamıyorsunuz?" hemen bana çemkirmeye başladı, laf arasında çocuğun daha yeni kasaya geçtiğini ve onun yüzünden moralinin bozulduğunu, hızlı olamadığını da anlatmaya çalıştım ama nafile, artık kadınla kavga ediyorduk ve benim gözüm dönmüştü, o an tek istediğim kızının yanında rencide olmasıydı ama maalesef mağazadaki çalışanlar gelip, buna bir son vermemizi söyleyince kavgamız sona erdi.
Ama benimle alakalı olmasa da adaleti sağladığım için bir an olsun içim rahatlamıştı, çünkü sırf müşterisin diye sırf para sende diye kibirli davranışlarda bulunup, durumu anlamaya çalışmadan bir insanı rencide edemezsin. İnsanlıktaki en büyük eksikliğin sağduyu olduğunu düşünüyorum bu yüzden. Kimse kafasında önce durumu idrak etmeye çalışmıyor, sadece kendisini düşünüp sonuca hızlı yoldan ulaşmak istiyor.

Peki, sırada ben bekliyor olsaydım? Günümüzde hala bu tür alternatif story'leri yaşayamıyor olsak da ben de sıra bekliyorum. Ne zaman Garanti atmsinde bir işim olsa 10-15 sıralık kuyruklarda 25 yılımın hatra değer saatlerini geçirmişliğim var. Ve işte bu kuyruklarda sıra kendisine geldiğinde atmye bilgisayarı gibi yaklaşıp dakikalarca insanların neler yaptığını hayal etmek zorunda kaldım. Bir insanın o kadar süre atmde ne yapacağını ancak twitterında ve facebookunda vakit harcayan insanlar bilir. Her ne kadar Atmdeki maksimum harcanacak dakikanın 2 dakika olduğunu bilsek de o 2 dakikadan sonra ister istemez sinirlenmeye başlıyor insan. O yüzden ben de her atm kuyruğunda bir sinirlenmişliğim var ama kimseyi rencide edecek ses tonuyla değil, yanımda arkadaşım varsa pısır pısır konuşur, dalga geçerim, yalnızsam da iç spikerıma söylenirim. Çünkü biri söylendiği zaman o işin daha uzun süreceğine adım gibi eminim. Ve gereksiz bir moral bozukluğu da yaşatacak, sırada bekleyen insanlar da dahil herkes gerilecek.
O yüzden sevgili insanlar, sizlere sağduyu geliştirme antrenmanı öneriyorum. Eminim biraz üstünde çalışırsanız doğuştan gelen bencilliğinizin üzerini -biraz olsun- sağduyuyla kapatabilirsiniz belki.

Ama bu olay yaşanmasına rağmen -hatta böbreklerim baya rahatsız olmasına rağmen- güzel bir gün geçirdim, hatta o günün bitiminde husky yavrularından tutun da sincaptan, pencaplı yeşil panterlere kadar birçok hayvanı yakında görüp, bazılarını da sevdim. Böylelikle günün dengesi bir kere daha sağlanmış oldu :)

8 Ocak 2012 Pazar

Fotografium Çekilişine Katılan Canon'u Götürüyor!!




Fotografium Canon 600D profesyonel fotoğraf makinesi hediye ediyor! Yarışmaya katılarak Canon 600D Kit, Manfrotto 055XProb tripod ve Kata123Go-30 fotoğraf çantası kazanma şansı yakalayın! http://blog.fotografium.com/fotografium-canon-600d-hediye-ediyor/ sayfasını ziyaret ederek yarışma hakkında diğer bilgilere ulaşabilirsiniz.


Birkaç ay sonra yurtdışına çıkacaktım, şimdi bizimkiler istesem de bana böyle şık bir fotograf makinesı almazlar, o yüzden bir şansımı deneyeyim dedim. Ama belli mi olur, belki de çıkar. Katılın, hepimiz keyifli bir rekabete girelim :)

6 Ocak 2012 Cuma

Yıl 2012



352. kattaki ofisimden çıkmıştım ve o gün yine yağmurla karışık radyasyon fırtınası bekleniyordu. Belli ki 98. trafikte beni eve bırakacak hiçbir araç yoktu. İnsanlar koşuşturuyor, boş taksi bulabilen şanslılar evlerine yol alıyordu. Mecbur en alt kata inecektim, eğer şansılıysam da yere bir damla yağmur düşmeden metroya ulaşacaktım. Hayat her zamanki gibi şanslılar ve şansızlar arasında gidip geliyordu, hiçbir şey değişmemişti. Gökdelenler bizi göğe çıkarmak yerine tabiatın içine etmemizi sağlamıştı. Yer kabuğu kuru ve dengesiz sıcaklıklardaki ay'ın yüzeyinden farksızdı. Pardon, binalar arasındaki yoldan ibaretti. Eskiden okyanus, nehir, su birikintileri dediğimiz şeyler ise delinen azon tabakası sayesinde buhar olup uzaya karşıyordu. Atmosfer o kadar incelmişti ki evrimin temel prensibi olsa gerek zamanla bizler de varolan atmosferde yaşamak için ayak uydurmuştuk. Ama efsaneler vardı; Bir avuç yeşilliğin varlığını ve oradan göğe ulaşan silindir gibi bir harenin dünyanın ilk yaşama elverişli atmosferi kadar bozulmamış olduğunu ve bunu arayan bir grup çılgından bahsediliyordu.

Gelişen teknoloji ve ilerleyen tıp sayesinde insanlar virüs gibi yayılmıştı. Okyanus tabanının kurumuş kraterlerinden uzaklaşıp, 5 büyük metropolde uzun yaşamlarını hunharca savuruyorlardı. Önceden kanserden herkes ölürken artık kanser gripten farksızdı. Şimdi insanlığın daha önemli ve korkutucu bir rahatsızlığı vardı. Buna çare bulunamıyordu, kimileri hayvanlar gibi insanların da soyunun tükenme vakti geldiğine inanıyordu, kimi yobazlar ise bunun dine inanmadıkları için ilahi adalet olduğunu savunuyorlardı. Ama halka söylenen insanların bunun da üstesinden geleceğiydi. Onlara göre insanlık bu dünyada varlığını sürdürmesi gereken tek canlıydı.

Metroya vardığımda dün akşam izlediğim "Deneysel XX" programı bunları bir kere daha düşünmemi sağlamıştı. Ama benim tek istediğim hiçbir siyasi, din ve dünyevi problemlere bulaşmadan sakin, kendi halinde yaşamaktı. Evet evet, farkındaydım her şeyin ama etrafıma bakmamaya o kadar alışmıtım ki ciğerlerimi yakan atmosferi bile görmezden gelebiliyordum. Yaşadığım yer ise, o beş büyük metropolün dışında ve kenar mahalle havasında sanki gerçeklikten izole edilmiş bir dünya gibi gözüküyordu gözüme, böyle iyiyim diyordum. Yaşadığım bölgedeki insanlar da aynı şeyi düşünüyor olsalar ki, çoğu hayat devam etse de içten içe bir şeylerin kırmızı alarm vermesini ve onları fitillemesini bekliyor gibiydiler. Acaba o düğmeye basıldığında benim de içimde bir şeyler harekete geçecek miydi?

Dermişim...
Gördüğünüz gibi her şey aynı, ne uzun gökdelenler ne tamamen delinmiş bir atmosfer ne de tüm insanlığı elinde oynatan metropoller var (hani bir tane var biliyoruz ama 5 tane olmadılar çok şükür). Neyseki merhametliyiz yavaş yavaş yokediyoruz gezegenemizi, ya bir anda olsaydı?

Yeni yılın ilk postunu yazmak için gelmiştim, belki güzel temennilerim olur sanıyordum ama harbiden yokmuş.  O yüzden üsteki güzel dünyamıza 15sn boyunca bakalım.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...